HİKAYESİ
Çocukluk ve AİLE 🌸
Ben, Hayriye Cengiz.
1927, 20 Temmuz doğumluyum.
Poli’de doğdum, şimdi 85 yaşındayım. Şükür olsun, aklım başımda; kendimi gayet iyi bilen birisiyim.
Ben, Poli bölgesinin en zengini olan Hasan Ağa’nın torunuyum. Babam Hüsnü Efendi, annem de Emine Hanım’dı. On kardeşin en küçüğüydüm. Küçüklüğüm çok güzel geçti, çünkü ailemin en küçüğüydüm. Teyzemin kızı Kıymet ablam ve benim kız kardeşim Vediya ablam, ikisi de terziydi. Beni ikisi de çok severdi. En şık elbiselerimi dikip bana giydirirlerdi. Başımı kurdelelerle süslerler, beni çok güzel giydirirlerdi. Ablalarım okula gittiklerinde beni de götürürlerdi. Öğretmenler beni çok severdi. Sıranın üstüne çıkarıp onlara şarkı söyler, şiir okurdum.
Annemin, Ayşe isminde baktığı bir kız vardı, onu evlendirdi. Evimizden gelin çıktı. Okulun yanında ona bir ev tahsis edildi ve oraya gelin gitti. O beni çok severdi ve bana bakardı. Ben de onu çok severdim. Ansızın kaçar ve oraya giderdim. Öğretmenler “Neredeydin Hayriye?” diye sorduklarında, “Gelinimize gittim.” derdim. Zaten o okul da Hasan Ağa dedem tarafından bağışlanmıştı.
Bir gün, benden 5 yaş büyük olan Lütfiye ablam, beni arkadaşı Nezihe’ye götürdü. Orada susamıştım ama testide su yokmuş. Evlerinin yanında, ana yol üzerinde, evlek kenarında bir çeşme vardı. Onlar testiye su doldurmaya kaçtılar. Ben de arkalarından çeşmeye su içmeye gittim. Orada ayağım kaydı ve düştüm. Evlek gayet derinmiş ve su doluymuş. Ama evleği birkaç gün önce temizledikleri için takılacak bir şey yokmuş. Bu yüzden bir yere takılmadan koca yolun altından geçtim. Sonra Lütfiye ablam ve arkadaşı beni almaya geldiler. Baktılar ki ben suyun üstünde sırtüstü gidiyorum. Onlar ağlamaya başladılar. Tam o sırada yoldan Hirsofulu bir adam geçiyormuş, hemen evleğe atlayıp beni çıkardı. Ben de demişim ki, “Beni bıraksaydınız denize kadar gidip 5 tane balık tutacaktım.” Ben o zaman 3 yaşındaydım. Ailem o zaman çok üzülmüştü.
GençLİK ve EĞİTİM 🌱
Okul hayatım çok güzel geçti. Karnem daima hep ondu(10). İlk öğretmenim Hasan İzzet Bey diye bir öğretmendi. Birinci seneyi o okuttu. O zaman okul 6 seneydi. Beşinci seneyi de Selçuk Bey isminde çok meraklı bir öğretmen okuttu. Poli dışında yüksek bir tepe vardı, o tepeye “Mavrolaono” derlerdi. Kışın güzel günlerde bizi oraya götürür, bize orada ders yaptırırdı. Bazen de başka bir tepeye çok erken gider, güneşin doğuşunu seyrederdik. Şimdi oraya çok büyük ve çok güzel bir okul yaptılar Türkler. Ders yaptığımız tepeye büyük ve güzel bir Hükümet Hastanesi yaptılar. Şimdi onların hepsi de Rumlara kaldı.
O zaman okullar günde 2 defaydı. Perşembeleri yarım gün, cuma günleri tatildi. Cumartesi ve pazar günleri de okula giderdik. O zaman Kıbrıs vali idaresindeydi. Arada bir vali gelip okulları ziyaret ederdi. Bizim okulumuza da gelirdi. Onu İngiliz marşıyla karşılardık:
“Yaşa Kralımız, Yaşa Hakanımız.”
İngilizcesini söylerdik ve ona bir buket çiçek verirdik. Çiçekleri vermek için öğretmen beni seçmişti ve çiçekleri verirken şu sözleri söyledim:
“This bouquet is presented to you by Polis Muslim Miss School.”
Son sınıftan sonra Lefkoşa’da “Viktorya” dedikleri bir kız lisesi vardı. İsteyen ona sınavla girerdi. Öğretmen sınıfta başarılı olanları seçti, sınavı geçmek için ders verirdi. Onların içinde ben ve dayımın kızı Havva da vardı.
Bir gün dayım bize geldi ve annemle konuştular. Annem ona sordu:
— “Kızlarımızı Lefkoşa’ya gönderelim mi?”
Dayım da “Hayır abla” dedi, “bir kızın Lefkoşa’da yalnız işi ne? Sonra zayi olur gider.”
Annem de o zaman “Ben de göndermem.” dedi.
Zaten kimse göndermedi. Evde benden büyük iki ablam vardı. Birisi terziydi, dikiş dikerdi. Dört tane talebesi vardı. Ötekisi de tezgâh sahibiydi, onun da iki talebesi vardı. Ama ne yazık ki babamızın mallarını Rumlar kalleşlikle elimizden aldılar. O zaman geçinmemiz zorlaştı. Diğer kardeşlerimin hepsi evliydi, benden büyük çocukları vardı. Ben de terzi oldum. Benim de dört tane talebem vardı.
EVLİLİK ve Savaş Yılları 💍
Ben 1955’te, Pelatusalı –yeni ismi Kara Ağaçlı olan– fakir bir ailenin tek çocuğu olan Cengiz’le evlendim. Poli’ye 2 mil uzaklıkta, Limni maden şirketinde memurdu. Çok iyi bir insandı. Birbirimizi çok seviyorduk. Çok mutlu bir yuvamız vardı.
Ama kayınvalidem beni çok kıskanırdı. Oğlu bana bir şey aldığında ya da gezmeye götürdüğünde sinir olurdu. Ama oğlu onu pek dinlemezdi çünkü ben ona hiçbir zaman saygısızlık yapmazdım. Kendi bana her gördüğü şeyi münasip görür alırdı, ama oğlunun bana almasını istemezdi.
1957’de oğlum Ratip dünyaya geldi. Ona hamileyken, her gün saat 5’te radyoda çok güzel sanat müziği söyleyen biri vardı. Kendi sesine çok benzetirdi. Onun da sesi çok güzeldi. Bir gün dedi ki, “Hanım, radyonun başından ayrılma, bu şarkıları söyleyenin ismini öğren, bana söyle.”
Ben de bekledim, program bitince spiker “Cevdet Bolvadin’den şarkılar dinlediniz” dedi. Ona isminin Bolvadin olduğunu söyledim. O da “Allah şahidim olsun, oğlum olursa ismini Bolvadin koyacağım” dedi. Çocuk doğunca da babamın adını Ratip yazdıracağım dedi. Ben de dedim ki: “Ratip Bolvadin yazdır, çünkü Allah’ı şahit koydun. Sonra çocuğumuza bir şey olur.” Ve gerçekten de öyle yazdırdı. Yaş kağıdı o şekilde çıkınca her yerde o isim geçerli oldu.
AİLE, SİYASET VE DİRENİŞ
1958’de Kemal ikinci oğlum dünyaya geldi. 1961’de üçüncü oğlum Birtan dünyaya geldi. Mart’ın 14’ünde doğdu. Babası da aynı tarihte doğmuştu. İkisinin de doğum günlerini aynı günde kutlardık.
Bu arada Cengiz işinde terfi aldı. Bize çok güzel, eşyalı bir ev verdiler. Her şey konforluydu. Sıcak su tesisatı vardı, her çeşmeden sıcak su akardı. Pencerelerde teller vardı, sinek girmemesi için koymuşlardı. Telli sustalı kapılar vardı, çıkarken hemen arkandan kapanırdı, içeri sinek girmesin diye.
Bu zamana kadar çok güzel ve mutlu yaşadık.
Fakat sonra Cengiz’i TMT teşkilatına üye yaptılar. Cengiz çok milliyetçi, titiz ve dürüst biri olduğu için Poli bölgesinin teşkilat başkanı olarak görevlendirildi.
1961’de Cengiz’i milletvekili de seçtiler. Tabii, herkes oy kullanarak seçti. Evimiz de çok güzeldi. Önünde hep çiçekler, güller ve çimen vardı. İki tane büyük fıskiye dönerdi ve onları da sulardık. Arkada da akasya ağaçları vardı. Komşularımın hepsi İngiliz ve Rumdu. Ama Poli’deki ailem ve ahbaplarım beni hiç yalnız bırakmazlardı.
Benim evime gelip oturmaya herkes can atardı. Çünkü ortam çok güzel, güler yüzlü, güzel ağırlamalar vardı. Deniz de karşıdaydı. Herkes “Hayriye kraliçe hayatı yaşıyor,” derdi.
Teşkilat işi çok gizliydi. Onun gizli eşyalarını hep ben saklardım. Bana verdikleri zarfları sıkı bir yere koyar, Cengiz’e verirdim. Cengiz’in verdiklerini de onlara iletirdim ama hiçbir şey sormadan.
Bir gün Cengiz’e bir şey sordum. Bana dedi ki:
“Hanım, bana bu işle ilgili hiçbir şey sorma, söyleyemem. Hanımlar korkuyu görünce hemen söyler ama benim etimden et kesseler ağzımdan laf alamazlar. Üç gün üç gece eve gelmesem sakın beni kimseye sorma. Kötü haber hemen yayılır. Sen beni iyi bilirsin; ne başka kadınım var, ne de kötü bir alışkanlığım. Bütün gün, bütün gece çocuklarım ve senin için yaşarım.”
Cengiz, milletvekili seçildiğinden beri verilen maaştan bir kuruş bile almadı, doğrudan teşkilata verirdi. Çünkü onun kendi maaşı çoktu ve rahat geçinirdik. Hatta teşkilattan yardım isteyenlere de kendi maaşından verirdi.
“Teşkilatımız zayıf,” derdi. Hep kendi cebinden harcardı. Parası kalmazsa avans alırdı.
Çocuklarını ve eşini hiç ihmal etmezdi, en iyi şekilde davranırdı. Her gün arabasına benzin doldururdu ama teşkilata bir kuruş yazmazdı. Bir gün eve canı sıkkın geldi.
“Ben her gün arabaya benzin doldururum ama bir kuruşluk benzin parasını yazmam. Başkaları iki millik yere gider, teşkilata beş şilinlik benzin parası yazdırır,” dedi.
Hastalık, Yalnızlık ve Umudun İnadı
Kızıma altı aylık hamileydim. Geride üç oğlum vardı. Biri 7, biri 3 yaşındaydı. Bakamıyordum.
Birleşmişler’den doktor geldi. Beni görünce:
“Bu, çocuklarının yanına gidemez. Hastaneye götüreceğiz,” dedi.
Gitmek istemedim.
Ama beni ambulansla kasabaya götürdüler.
Devlet hastanesi Rumların elindeydi.
Türklere bir avluda ilk yardım yapılıyordu.
Orada Fikret Bey diye bir doktor vardı. Feridun abimin arkadaşı çıktı.
Beni aldı, dedi ki:
“Tam iyileşmeden çocuklarının yanına gidemezsin.”
Bana verem teşhisi koydular.
“Hastanede doğum yapacaksın, çocuğu senden ayıracaklar. O ayrı beslenecek. Sen tamamen iyileşince kucağına alacaksın.”
Yıkıldım. Ama Mustafa abimle Hasibe yengem çocuklara bakıyordu.
6 Mart’ta Türkler baskın yaptı. 300 Rum esir alındı. Yaralıları bizim kaldığımız yere getirdiler.
Rum’un biri oturdu, kanlar içinde:
“Onomandu Muhammeduraz!”
Yani:
“Muhammed’iniz için bana doktor getirin! Çocuklarım öksüz kalacak!”
Yatağımdan kalktım, yanına gittim:
“Siz benim çocuklarımı öksüz bıraktınız! Sizinkiler de kalsın!”
Dedim.
Bir çocuk bana acıdı.
“Teyze, bırak artık,” dedi. Beni yatağa götürdü.
Gece tüm esirleri iade ettiler.
“Yazıklar olsun emeklerinize,” dedim.
Doktor dedi ki:
“Biz ant içeriz. Dost, düşman herkese bakacağız.”
Gece 12’den sonra beni Birleşmişler’in ambulansıyla Lefkoşa’ya götürdüler.
Yeni kurulmuş Kızılay hastanesine yatırıldım.
Göğüs filmi çektiler, kan tahlili yaptılar.
Verem yoktu. İçimde bir damar patlamış.
Beni veremhaneye koymadılar.
Beş kişiyle aynı odaya yerleştirdiler.
Gece gündüz eşime ve çocuklarıma ağladım.
Esirler serbest bırakıldığında hepsi beni ziyarete geldi.
Cengiz’i sordum. Kimisi “görmedik,” kimisi “yakında gelir,” dedi.
Bana yalan söylediler. Yine umutlandım.
Ailem hep beni ziyarete geldi.
Hasan abim çatışmada bile çıkıp geldi.
Bir ay hastanede kaldım.
Taburcu edildim ama…
Yollar hâlâ kapalıydı.
Yine çocuklarıma kavuşamadım.
CENGİZ'İN KAYBI VE SESSİZLİĞİN ÇÖKÜŞÜ
Nihayet Rumlarla Türkler arasında işler karıştı.
Cengiz bana dedi ki:
“Hanım, sizi annemin yanına köye götüreyim, ortalık yatışana kadar orada kalın, sonra evimize döneriz.”
Çünkü köyde hiç Rum yoktu. Bizi oraya götürdü. Poli’deki tüm halk da okula sığındı.
Kendi köylüsü olan Taner’i Rumlar silahla tutukladı. Duyunca Rum polisine gitti, orada bekledi. Taner’e bir şey yapmasınlar diye uğraştı. Gece saat 2’de onu silahıyla alıp köye getirdi.
Poli’de Türklerle Rumlar karışık yaşardı. Bu yüzden Türkleri üç ayrı yerde topladılar, mücahitler onları gözetirdi. Birleşmiş Milletler de vardı, korurlardı.
Sonra Limasol çatışmaları çıktı. Birleşmişler oraya çağırıldı.
“Cengiz, biz Limasol’a gidiyoruz, sizi koruyamayız,” dediler.
Cengiz, Poli girişindeki büyük Türk okuluna 700 kişilik halkı taşıdı. Silahlar camideydi, onları da kendi arabasıyla götürdü. O gece eve geldiğinde çok yorgun ve hastaydı. Yemek yerken çocukların resimlerini masaya koydu.
“Onları çok özledim,” dedi.
Yatağa uzandı, ayakkabılarını bile çıkarmadan.
“Yarın gitme, hastasın,” dedim.
“Hanım, zaman hastalık kaldırmaz,” dedi.
Sabah gitti. Kadınlar ona:
“Kocalarımız eve eşya almaya gitti, gelmediler, onları kurtar!” dedi.
Cengiz sinirlendi:
“Niye benim gelmemi beklemediler? Ben izin çıkarırdım. Şimdi Rumlar, beni öldüreceklerini söylüyor.”
Bir Rum Cengiz’e haber gönderdi:
“Aşağıya gelme, seni öldürecekler.”
Cengiz bunu duyurunca,
“Madem korkuyordun, bu işe niye girdin?” dediler.
Cengiz silahını ve pardösüsünü Taylan’a verdi:
“Bunları odama koy,” dedi.
Taylan gitti, dönmedi.
Orada öğretmen Turgut vardı.
“Gel beraber gidelim,” dedi.
Cengiz yeni gelen Fiat arabayla Turgut’la birlikte gitti. Çarşıya inerken kurşun sıkıp ikisini de öldürdüler. Arabayla birlikte ortadan kayboldular. Hâlâ kemikleri bile bulunamadı.
Kimse aramadı. Ne teşkilat, ne Denktaş, ne bakanlar, ne Esat Fellahoğlu…
Cengiz yok olunca ortalık sustu.
Yollar kapatıldı:
“Ailesi duymasın.”
Bana da dediler ki:
“Cengiz Makarios’la helikopterde, köyleri geziyor.”
İnandım biraz. Ama sonra… yollar açıldı, o gelmedi. Hiçbir haber göndermedi. Normalde geç kalsa bile mutlaka haber verirdi.
Bir gün köy muhtarıyla öğretmen geldiler. Radyoyu açtılar. Makarios anlatıldı, Cengiz’den bahsedilmedi.
“Cengiz’e bir şey oldu,” dedim.
Onlar biliyordu. Kafalarını eğip sustular.
O an öksürdüm, ağzımdan kan geldi.
Avuçlarım doldu, belim iki kat kaldı.
O andan sonra her gün devam etti.